
Diğerlerinden çok farklıydı o, kuşkusuz. Dükkanında işi olmadığı vakit kitabını okuyan, zaman zaman da arkadaşlarını dükkana çağırıp hep beraber zaman zaman derin, zaman zaman da geyik muhabbetler çeviren biriydi. Gerek esnaf, gerek de halk arasında “Entel” olarak anılırdı. Bu entelektüelliği, dükkanının adına bile yansımıştı.
“Milan Kundura” idi dükkanın adı. Adını bu isimle benzeşen ünlü bir yazardan almıştı, çok seviyordu o yazarı bu kunduracı kişisi. Aynı zamanda harf oyunu yapmayı da seviyordu anlaşılan. Okumanın yanında, yazmayı da severdi Kunduracı. Ama yazdıklarının çoğunu başkalarına sunmazdı. Genelde kendi kendine okurdu, beğenmezse yırtıp atar, beğenirse saklardı yazdıklarını.
Gelenlerle oldukça muhabbet eder, onları ayakkabı konusunda bilgilendirir, bozulan ayakkabılarını iyi bir şekilde tamir ederdi, öyle ki bulunduğu bölgenin en rağbet göreni olmadığı halde gelenlerin oldukça memnun ayrıldığı bir dükkanı vardı Kunduracı’nın.
Gene böyle günlerden birinde, o çok sevdiği yazarın bir kitabını okurken bombaya benzer bir sesle irkildi. İrkilen sade kendisi değil, mahalleli de irkilmişti. Bağrışmalar, çığrışmalar, küfürler… Hepsi duyuluyordu. Ne olup bittiğini anlamak için dışarı çıkmadan önce tedirginlikle okuduğu kitabı bırakıp telefonuna sarıldı. Ne de olsa bu bir terör eylemi olabilirdi, şu son günlerde oldukça duyula eylemlerden. 155’yi aradı, 155 de kendisini bulunduğu şehrin emniyetine yönlendirmeye çalışırken, ağır adımlarla dükkanın önüne geldi.
Geldiği gibi, kaçışan bir grup çocuğu ve arkalarından gelen küfürleri gördü, duydu.
“Kaçın ulan yakalayacaklar!”
“Hassiktir!”
“Yakalarsam ebenizi…”
Bunun gibi birçok sesi işitmişti Kunduracı. Tam o sırada hatta bağlanmıştı.
– Burası … Emniyet Müdürlüğü. Yardımcı olayım.
+ Çok özür dilerim, kapatmam lazım…
-Beyefendi…
Telefonı kapattı Kunduracı. Olayı anlamıştı ne de olsa, her ne kadar yapılan hoş olmasa da çocuktu onlar. Tamam mahallede yaşlısı, paranoyağı mevcuttu ama çocuklar da eğlenmesin mi? Onların en büyük hakkıydı eğlenmek, hele hele şu günlerde. Dışarıyı bırakıp masasına dönmüştü kitabını okumak için.
Birkaç müşteri dükkana gelmişti. Kunduracı onlarla ilgilenip işini bitirdiğinde masasına dönmüştü ki birdenbire siren seslerini duydu. Ne olup bittiğini anlamak için dışarı çıktı ve ne görsün? Polisler gelmişti, her zaman olduğu gibi geç gelerek. Sanırım kendisi ihbar etmeyince mahallelilerden biri ihbar etmişti çocukları. Çocuklar muhtemelen bu mahalleden değildi de yakalanmaktan kurtulmuşlardı, polisin de onları didik didik arayacağını düşünmüyordu Kunduracı. Derken, polislerden ikisi dükkana yöneldi.
– … siz misiniz?
+ Evet benim.
– Asılsız ihbar suçundan dolayı aranıyorsunuz.
+ Bu kadar çabuk mu?
Şaşırmıştı, demek ki emniyet o kadar da geç gelmiyordu. Asılsız ihbar doğruydu ama sebep olarak başkalarının kendisinden önce ihbarda bulunduğu söylemişti memura.
– Gene de bizimle gelmeniz gerekiyor. Emniyette ifade vermeniz gerek.
Kunduracı’nın çaresi kalmamıştı artık. Nasıl olsa kendisini bırakırlar diye düşündü ve teslim olmaya karar verdi. Bu arada polisler, masada bulunan Gülüşün ve Unutuşun Kitabı ile Kunduracı’nın destek amaçlı her gün dükkanına aldığı Cumhuriyet gazetesine de el koymuşlardı. Kunduracı daha da şaşırmıştı. Asılsız ihbarla bunların ilgisi neydi ki? Nasıl olsa emniyette öğreneceğini düşündü.
Polisler, Kunduracı’nın dükkanı kilitlemesi ona bir süre izin verdi ve sonra Kunduracı’yı aralarına alarak arabaya doğru yöneldi. Memurlardan biri dükkanın tabelasına bakarak:
– Milan mı? Ben de oldu olacak Juventus Kundura diye dükkan açayım hahaha.
Öbürü de ona eşlik etti.
– Milan tencere değil mi yav?
– Ölüreem yaar, ölüreeem…
Sonuncu söyledikleri Milan’dan bağımsız olarak kundurayı ilgilendiriyordu ve oldukça meşhur olan bir türküyü, Ayağında Kundura’yı söylüyorlardı. Başlarda kızgın görünen Kunduracı da türküyle beraber onlar gibi yumuşadı ve arabaya bindiler. Burada iki memur daha vardı önde oturan.
– Amirim, onu yakaladık. Derhal merkeze getiriyoruz.
Yakaladık mı? Yakalanacak neyim vardı yahu? Telsiziyle konuşan polis memuruna bakarken bir süre düşündü ve böyle düşünürken emniyete geldiler.
İçeri girdiklerinde doğrudan amirlerinin olduğu odaya girdiler. Amir, Kunduracı’ya bakarak:
– Bu o mu?
Memurlar evet anlamında başlarını salladı.
– Atın bunu nezarete…
Nezaret de nereden çıkmıştı? İfadesi alınmayacak mıydı? Bunu sormaya kalktığında, amir sertçe ifadesinin daha sonra alınacağını söyledi ve Kunduracı nezarete atıldı.
Nezarette tek başınaydı, çevresinde de hiç kimse yoktu. Çok fena çişi gelmişti. Kimse olmayınca, bağırmak durumunda kaldı. Polisler ona hoparlörden alaycı bir şekilde zamanı gelince götüreceklerini söylediyse de Kunduracı dayanamadığını söyleyince oraya bir yere yapmasını söylediler. Kunduracı sinirlendi ama yapacak bir şeyi de yoktu. Çaresizce uygun bir yer bulup oraya yaptı ve bir süre sonra uykuya daldı.
Kendiliğinden uyanmadı, polisin onu sertçe dürtüklenmesiyle uyanmıştı.
“Kalk ulan!”
Direnmedi, hemen kalktı.
“Yürü, sorguya!”
Gene direnmedi, gözleri bağlandı ve yola çıktılar. Polisin götürdüğü yere yani sorgu odasına gitmek mecburiyetindeydi. Yoldayken düşündü, acaba saat kaç olmuştu? Polise de sorma cesaretinde bulunamadı. Biraz daha yürüdükten sonra sorgu odasına geldi, gözlerinin bağı çözüldü. Masaya oturtuldu, karşısında da savcı gibi bir tip oturuyordu. Hoş, öyle bir tip nasıl olabilirdi ki?
– … bey. Bendeniz Komiser … . Size bir takım sorular soracağım. Başlıyorum.
Sorular da ne sorulardı ama.
“Dün 15.00 sularında … mahallesinde bombalı eylem yapan teröristleri sizin yönlendirdiğine dair deliller bulduk, eylemi ne zaman ve nerede planladınız?
“Emirleri kimden alıyorsunuz? Kandil’den mi, Pensilvanya’dan mı?”
“Masanızda bulunan Cumhuriyet gazetesini örgütçe mi okuyorsunuz?”
Bu sorulara cevaplarken hiçbir şey hakkında bilgisi olmadığını, Cumhuriyet’i gazeteye destek amaçlı okuduğunu, Kandil’le Pensilvanya’yı da herkes gibi gündemden öğrendiğini belirtti.
“Biz sizin gibileri çok gördük! Hepsi de suçsuzdur, hiçbir şeyi bilmezler göya ama ben bunları yemem! Örgütünüzün Dehaşkapece’nin Cephe isimli fraksiyonuna ait olduğu söyleniyor, doğru mudur? Yoksa isminiz bambaşka mı?”
Öncelikle Dehaşkapece’deki ce’nin cephe anlamına geldiğini belirtmek istese de, şüphenin artmasından kaynaklı bir korkuya kapıldığı için söylemedi. Ama cephe olarak bir Batı Cephesi’ni, bir de cephesel yağışları bildiğini söyledi. Söylemez olaydı. Komiser ayağa kalktı ve Kunduracı’ya doğruldu.
“Sen benimle dalga mı geçiyorsun ulan! Seni bir işkenceye yatırırım bülbül gibi ötersin!”
Korkmaya başlamıştı, ayrıca bunlar kayıt altına alınmıyor muydu? Neyse, sonrasında bu üç bağlantısız örgütle ilişkisinin olmadığını, dükkanında en başında Atatürk portresinin bulunduğunu hatırlattı.
“Kes! Biliriz bu numaraları! Atatürk portresi koyup Atatürkçüymüş gibi olanları çok gördük biz!”
Komiser ona doğru hareket etti. Bu esnada birdenbire yere çakıldı ve gözleri kapandı. Uyandığında kendini bir hücrede buldu, çok pis kokan bu hücrede kendisinden başka biri daha vardı ama o kişi kendisine garip bir şekilde bakıyordu. Onu görünce hemen yerinden doğruldu ve bağırmaya başladı.
+ Sen de kimsin ulan!
– Beyefendi sakin olun. Sizi bu hücreye polisler attı. Baygındınız, uyandırmak istemedim.
Kunduracı’nın öfkesi bir anda dindi. Kim olduğunu sormaya başladı, genç olduğu her halinden belli olan bu kişi, ismini söyledi ve genellikle hayatını kış aylarında cam fabrikasında seramikçilik, yaz aylarında da gezginlik yapan bu genci polisler izinsiz çadır kurmaktan ötürü içeri atmışlardı. Muhabbet bir süre daha ilerledi, böylelikle aralarındaki samimiyet arttı. Kunduracı da başından gelenleri anlattı. Gezgin, onun için daha çok üzüldü. Tam da bu sırada polisler hücreye geldi.
“Yemek vakti!”
Yemek diye iki kaşık çorba, üç tane de ekmek vermişlerdi. Ha bir de su. Tuvalete burada da rahatlıkla gidemiyordu. Gezgin ona biriktirdiği süt kutularından birinin içine yapması gerektiğini söyledi ve Kunduracı da öyle yaptı.
– Arada bir bakkal geliyor buralara, paran varsa bir şeyler al abi, benden söylemesi. Yoksa işkenceden değil, açlıktan ölürsün.
Gerçekten arada sırada bakkal geliyordu, Kunduracı da parasının el verdiği ölçüde bir şeyler alıyordu. Para demişken, dükkanın halini düşündü Kunduracı. Müşteriler ne yapacaktı? Zira dükkandan başka bir ailesi yoktu onun. Ne annesi babası ne kardeşi ne de eşi vardı. Geçmişte hoşlandığı hatunlar da adı üzerinde geçmişte kalmıştı. Hücre arkadaşı Gezgin’in de ondan farkı yoktu aslında. O da ailesiz gibiydi adeta.
Gene muhabbet ederlerken bu sefer de Gezgin’i sorguya aldılar. Kunduracı’ya yapılanın benzeri bir muamele yapılıyordu ona da. Ama Gezgin alışmıştı artık işkenceye.
– Abi şuraya rakı falan sokabilsek ne harika olurdu amma değil mi yaa?
+ Keşke…
Bu sırada Kunduracı nerede hata yaptığını düşünürken olayın başını hatırladı ve Gezgin’e de çocukluğunda başına gelen bir olayı anlattı:
“Yıllar önceydi, mahalle arkadaşlarımdan Deneyci, Şişko, Sarışın ve ben gene bir çılgınlık yapmaya karar verdik. Deneyci’nin çeşitli belgesel kanallarından izlediği patlatma deneyi hepimizin hoşuna gitmişti. Özellikle de Şişko’nun. Ben biraz daha rahatıma düşkün olduğumdan korkak davransam da gene de bu işin içine girmeye karar verdim, hemen deli gibi market aradık ve sonunda çok uzak bir mahallede bir tane bulduk. Gene özellikle Şişko çok seviniyordu.
“Abi, cennete geldik galiba! Cennet!”
Böyle giderken o dükkandan bir sürü torpil, kız kaçıran, şeytan füzesi alıp çeşitli yerlerde patlatıyor. Sonra da kaçışıyorduk. Derken bir gün bunu mahalle camisinin yanındaki inşaatta yapalım dedik bir gece vakti. Yaptık yapmasına da imam da muhtar da tam o sırada camiden çıkıyorlarmış biz uzaklaşırken imam bağırmaya başladı:
“Gel lan buraya!”
Deli cesaretine sahip Şişko da:
“Sen gel ulan buraya götün yiyorsa!”
Şişko oradakinin imam olduğunu muhtemelen bilmiyordu. Bu arada Deneyci ve Sarışın yetişemediklerinden sanki oradan geçiyormuş gibi davranarak kurtardılar.
“… di mi o? Ben onu gebertmezsem…”
Şişko’yla ben deli gibi gülüyorduk. Bu arada mahalleden de sesler geliyor, ama pek iyi içerikli sesler değildi. Genelde küfürlü sesler idi.
O günden yıllar sonra dükkanın önünden geçen çocukları görünce düşündüm. Yahu, biz kimseyi öldürmedik, yaralamadık, belki yaşlıları rahatsız etmişizdir ama hepimiz çocuktuk, hepimiz yaptık böyle şeyler ve kimse çıkıp da terör eylemcisi olmadı. Şimdi niye bizi suçluyorlar ki?”
Kunduracı hikayesini bitirdi, Gezgin de epey düşündü. Her ne kadar kendisi böyle şeyler yapmasa da Kunduracı’ya hak verdi. Bu arada mahkeme günü gelmişti. Kunduracı ertesi sabah hemen mahkemeye çıkarıldı.
Mahkemede delil unsurları olarak silah veya belge bulunmadığı, ancak sempatizan olabileceği düşüncesiyle tutuksuz olarak yargılanmasına karar verildi ve kendisine yurt dışına çıkış yasağı konuldu. Sanki yurt dışına çıkabilecekmiş gibi… Sevinçle hücresine döndü ve Gezgin’e de haber verildi.
Beklediler ama bir türlü tahliye kağıdı çıkmıyordu. En sonunda polisler ertesi sabah çıkacağını söylemişti. O akşam için paraya kıyıp ziyafet hazırladılar kendilerine ve hemen yattılar, ertesi gün de oldu ama kimseden ses yoktu.
– Abi bence sor bu mevzuyu.
Kunduracı bağırmaya başladı.
+ Memur beeey, memur bey!
Memurlardan biri geldi, biraz homurdandı ama Kunduracı tahliyeyi sorunca ilgileneceğini sordu. Gene ertesi gün oldu, gene sordu, gene aynı cevabı aldı. En sonunda sorgu için kendisini aldılar, gene aynı komiser vardı. Komiser sorularını yineledi ama bu sefer Kunduracı farklı bir cevapla geldi.
+ Benim tahliye edilmiş olmam lazım! Mahkeme kararı var kapı gibi!
– Edildiğiniz doğru, ancak tahliye kağıdınız verilmiş gözüküyor. Dolayısıyla sizin kaydınız burada değil, yani aslında burada değilsiniz. Burada görünmediğiniz için de sizi tahliye edemeyiz. Memurlar, götürün bunu atın hücreye!
Kunduracı neye uğradığını şaşırdı. Nasıl olurdu bu? Kahkahalar yükseliyordu adeta. Artık çıkamamak da ne demekti. Bir torpil, başına bunları mı getirmişti? Bir torpil patlasa, patlasa da yer yarılsa ve içine girsem diye düşündü. Sonra da hücreye atıldığında çevresini umursamayarak güldü, güldü, kahkahalarla güldü, artık kimseyi takmıyordu. Bir süre daha güldü, güldü ve sonra gözleri kapandı bir daha açılacak mıydı orası belirsizdi. Kapandı, kapandı, kapandı ve… her şeyi unuttu.
Bir Cevap Yazın